TEKNOLOJİ
TEKNOLOJİSavaş Teknolojisi
Ateşli Silahlar, Top, Tüfek ve Barut
Osmanlıların ateşli silahları ilk kullandıkları tarih tam olarak bilinmemektedir. Ancak
bu teknolojiyi Avrupa’dan erken tarihlerde almışlar ve kullanmışlardır. 14. yüzyılda ateşli
silahlarla ilgili yenilikleri Avrupa devletlerinden öğrenen Sırpların bu silahların Osmanlılara
girişinde önemli rol oynadıkları bilinmektedir. Yine bu dönemlerde, Osmanlıların Batı’dan
silah satın almaya başladıklarını gösteren vesikalar da bulunmaktadır.7
Osmanlılarda 15. ve 16. yüzyıllarda, silah ve özellikle top teknolojisi oldukça gelişmiş
düzeydeydi. Osmanlılar, 14. yüzyıl sonlarına doğru ordularında top kullanmışlar
ve 1450-
1550 yılları arasında da, gerek teknolojik yeterlilik gerekse kullanım yeteneği açısından
dünyadaki en iyi topçuluk sistemine sahip olmuşlardır.
Osmanlı ordusunda top ilk kez, 1386’da Karamanoğulları ile yapılan savaşta, daha sonra
da 1389’da Birinci Kosova Savaşı’nda kullanıldı. Tahrip güçleri zayıf olan bu toplar daha
sonra teknik olarak oldukça geliştirilebilmiş ve 1439’larda kale dövebilecek ve yıkabilecek,
1444’lerde ise gemi batırabilecek düzeye erişmişlerdir.
Fatih Sultan Mehmed, istanbul’un fethi için topa büyük önem vermiş ve yerli ve yabancı
uzmanlardan yararlanmış, hatta bizzat kendisi balistikçi gibi çalışarak topçuluğun gelişmesine
katkılarda bulunmuştur. Fatih, Đstanbul’u fethetmek için güçlü topların gerektiğini anlamış ve
bu amaçla Edirne’de dökümhâneler kurdurtmuştur. Bu dökümhânelerde Saruca Usta,
Müslihiddin Usta, Macar asıllı Urban ve Cenevizli Donar gibi topçuluk alanında uzman
kişiler çalışmışlardır.9
Fatih döneminde topların hem çapı hem de tahrip gücü arttırılmış ve barut üretme
metodları geliştirilmiştir. Zira iri güllelerin uzak mesafelere atılması, gülle ve namlu
problemlerinin yanısıra sıkıştırılmış barutun çok kısa sürede alev almasıyla mümkündüTopun tahrip gücü 15. yüzyılın ikinci yarısı boyunca geliştirilmiş, bu sayede top 16.
yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti’nin askeri genişlemesinin en önemli unsurlarından biri
haline gelmiş ve 1522’de Rodos’un alınmasında, 1526’da Mohaç Meydan Muharebesi’nde
Osmanlı topçu ateşi galibiyeti belirleyen temel etken olmuştur.
16. yüzyılın ilk yarılarında Avrupa topçuluğundan daha etkin olan Osmanlı topçuluğu
17. yüzyıl boyunca gerilemiş ve 18. yüzyılın ikinci yarısında açık bir düşüş yaşamıştır. 18.
yüzyılın sonlarında ise yeni düzenlemelere gidilmiştir.11
Osmanlının en büyük top dökümhânesi Galata suru dışında Kılıç Ali Paşa Camii
yakınında, şimdi Tophane denilen yerdeydi. Bu dökümhâne Fatih tarafından yaptırılmış ve II.
Bayezid tarafından tamamlanmıştır. Kanuni zamanında ise Tophane binası yıktırılmış ve daha
büyük ölçüde yeniden inşa edilmiştir.12
Osmanlı Devleti’nin en büyük top döküm yeri Tophane olmakla beraber ülkenin değişik
yörelerinde, Belgrad, Semendire Sancağı’nda Baç, Budin, Đskodra, Pravişte, Gülamber,
Tımışvar gibi merkezlerde de top döküm imalathâneleri bulunmaktaydı. Topa lazım olan
demir, Rumeli Anadolu’daki madenlerden tedarik edilirdi. Gülleler ise çeşitli büyüklükte ve
topların çeşitine göre maden çıkan yerlerde dökülürdü. Taş gülle atan toplar da vardı.13
15. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı ordusunda ateşli silahlar içinde topun yanısıra
tüfekte kullanılmıştır. Fatih devrinde orduda bir tüfekçi fırkası mevcuttu. 16. yüzyılda tüfek
imalatı devlet tarafından yapılmaya başlanmış ve Osmanlı ordusu top ve tüfeği belirli bir
strateji içerisinde kullanarak başarıya ulaşmıştır.
Osmanlılar Balkanlar’daki savaşlarda büyük ölçüde tüfek ele geçirmişler ve oralarda
bulunan imalalathanelerdeki üretimi devam ettirmişlerdir. 1480 yılında Semendire’de,
üzerinde “Kayı” işareti bulunan çeşitli tipte el tüfekleri imal edilmiştir.14
1680 yılında Avusturya savaşlarında Türklerin kullandıkları tüfekler Avusturya
ordusundakilerle aynı kalitede hatta bazı yönlerden daha üstündür.15
Osmanlının ilk dönemlerde ateşli silah imalathanelerinde çalışan teknik elemanların
çoğu Hristiyan Sırplardı. Ancak 16. yüzyılda ateşli silah üretiminde Osmanlılar, yabancı
teknik elemanın yanında kendi elemanlarının yetişmesine de önem vermişler, yabancılardan
ziyade kendi tüfekçilerini kullanmaya gayret etmişlerdir. Bu durum 18. yüzyıldan itibarenyavaş yavaş değişmiş, Osmanlılar, Batı’dan askeri malzeme yanında yeni sistemleri de ithal
etmeye başlamış ve bu yüzyılın başında da artık Đngiliz usulü barut kullanmaya
yönelmişlerdir.16
Osmanlılarda top ve diğer ateşli silahlar için gerekli olan barut önceleri bu işi geçim
aracı olarak benimsemiş ve barutu el tezgahlarında yapan ustalardan satın alınmıştır. Daha
sonraları ise çeşitli barut imal eden ve devrin barut yapılan fabrikaları olarak nitelenebilecek
baruthâneler kurulmuştur.
Birçok bölümden oluşan baruthâler ham maddelerin dibek, havan veya çarhlarla (çark)
ezilerek toz haline getirildiği çarhâne, güherçilenin yıkanıp eritildiği havuzlar, kurutma
işleminin yapıldığı sergi, ham maddelerin kaynatıldığı soba, eritilerek kalıplara döküldüğü
kalhâne, silindirden geçirildiği silindirhâne, elendiği kalburhâne gibi kısımlara sahiptir.
Anadolu’da, Đzmir’de, Rumeli tarafında Gelibolu, Selânik, Belgrad, Budin ve Tımışvar’da,
Afrika kıtasında Kahire’de Ortadoğu’da Bağdat’da çeşitli baruthâneler kurulmuştur. Bunların
da arasında en önemlisi Baruthâne-i Âmire adıyla bilinen müessesedir.
Gemi Yapımı
Teknoloji tarihi açısından top dökümü yanında gemi yapımı da oldukça önemlidir. Fatih
Sultan Mehmed zamanından beri orduya hizmet veren bir Tophane ve bir de Tersâne vardı.
Bunlar sonraki asırlarda büyük sanayi işletmeleri haline gelmişlerdir. 16. yüzyılın başlarından
itibaren Osmanlı Devleti’nin merkez deniz üssü Đstanbul’daki Tersâne-i Âmire idi. Bu
müessese, Venedik denizciliğinden ve onun tersâne tecrübelerinden büyük ölçüde
faydalanmıştır. Tersânede II. Bayezid devrinde yapılan bir kaç ilave dışında Yavuz Sultan
Selim zamanına kadar büyük bir değişiklik yapılmamıştır. Yavuz Sultan Selim donanmayı
geliştirmek için karar almış ve 1513/14 kışında Kadırga limanındaki tesislerin yerine geçecek
yeni bir tersâne inşasını başlatmış ve bu sayede Galata - Kasımpaşa arasıdaki sahada iki sene
içerisinde çok sayıda tersâne gözü inşa edilmiştir. 1547 senelerinde de tersâne sahası yüksek
bir duvarla çevrilmiştir.
16. yüzyılın sonlarında Osmanlılar gemi yapım teknolojisinde Batı’dan geri kalmaya
başladılar. Bunun temel nedeni, Osmanlıların kürekle hareket eden gemilerde (çekdiri) ısrar
etmeleridir. 16. yüzyılda Portekizliler, ispanyollar ve bazı Avrupa ülkeleri yelkenli gemiciliğe(kalyon) geçmişler, Osmanlılar ise ancak 17. yüzyıl sonlarında kalyonculuğa geçebilmişlerdir.
Bundan bir süre önce, 1651 yılında Sadrazam Melek Ahmed Paşa tarafından Bahçekapı
yakınlarında büyük bir kalyon inşa ettirilmiş, ancak kalyon suya indirilirken yana devrilmiş ve
batmıştır.
Askeri Okullar
Osmanlılar erken dönemlerde, Batı’dan özellikle savaş teknolojisini ve madencilik
konularındaki teknikleri transfer etmişler, özellikle de ilk yüzyıllarda, mutlak hakimiyete
dayanan sistemi ve sahip oldukları üstünlük duygusu nedeniyle bu ilgi seçici bir şekilde
gelişmiştir. Ancak askeri, siyasi ve iktisadi dengeler Osmanlıların aleyhlerine döndüğü zaman
Avrupa bilimi, ihtiyaçlarına göre fonksiyonel bir şekilde aktarılmıştır. 17. yüzyıldan itibaren
de Avrupa devletleri karşısında uğranılan askeri yenilgilerin getirdiği yıkımdan kurtulmak için
askeri alanda Batılılaşma’ya gidilmiştir.19
Osmanlılar herşeyden önce ordunun yeni bir düzene sokulması, askeri ıslahât yapılması
ve yeni tekniklerle donanmış zabit yetiştirmek ve daha çok pratik ihtiyaca cevap verebilmek
için bir takım modern eğitim müesseseleri kurma ihtiyacını hissetmişlerdir. Osmanlıların
askeri güçlerini arttırmak için bilim ve teknolojiyi derhal elde etmeleri gerekiyordu. Bu
nedenle, 18. yüzyılın sonunda mühendishâneler ve 19. yüzyılın başında da Mekteb-i
Tıbbiye’yi kurdular.20
III. Ahmed devrinde başlayan askeri ıslahat ile 1733’de Humbarahâne, 1773’de de
Baron de Tott’un tavsiyesi ve önayak olmasıyla Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun (Deniz
Mühendishanesi) kuruldu. Bunları, 1795’de Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun (Kara
Mühendishanesi) takip etti.
Humbaracı Ocağı
Humbaracılar kale ve mevki muharebesinde, görülemeyen hedefler üzerine “havan” adı
verilen silahlar ile “humbara” atan teknik bilgi sahibi askerlerdir. Humbaracı Ocağı Osmanlı
askeri teşkilatında erken zamanlardan beri mevcuttu ve Kapıkulu piyade ocaklarına bağlıydı.
Ancak 17. yüzyılın sonlarında humracalık gözden düşmüş ve önemini kaybetmişti. 1733’de ise Comte de Bonneval’in önderliğinde Humbaracı Ocağı açıldı ve 1735 tarihli ferman ile
ocağın esaslarını belirten nizamnamesi çıktı.22
Bazı kaynaklara göre Üsküdar’da kurulan Humbaracı Ocağı’nda bir de Hendesehâne’nin
kurulmuştur. Humbaracı Kışlası adı verilen ve matematik ve geometri okutulan bu okulun
ömrü uzun sürmemiş ve humbaracıların isyan çıkaracakları korkusuyla bu heyet
dağıtılmıştır.
Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun
1773 yılında kurulan bu okulun amacı, donanmaya geometri ve coğrafya bilen subaylar
yetiştirmekti. Burada dersler vermek üzere Fransa’dan da bazı subaylar getirtilmişti. Burada
başhocalık yapanlar arasında meşhur matematik ve mantık âlimi Gelenbevî ismail Efendi de
vardı. Okulda Türkçe, Arapça, Fransızca’nın yanısıra aritmetik, geometri, coğrafya,
trigonometri, cebir, topoğrafya, harp tarihi, integral ve diferansiyel hesap, mekanik, astronomi,
istihkâm ve balistik okutulmuştur. I. Abdülhamit (1774-1789) devrinde bu okul yeniden
düzenlenmiştir (1784).24
1784’de Fransa’dan getirilen iki mühendis (Binbaşı J. Lafitte-Clavé ve Monnier) burada
istihkâm dersleri vermişlerdir. Bu iki mühendis ayrıca uygulamalı dersler de vermişler, ancak
bu hocalar ülkelerine döndükten sonra uygulamalı dersler kesilmiş ve teorik derslere devam
edilmiştir. 1795’de ise burada gemi inşaat şubesi açılmış ve başına da Fransa’dan konunun
uzmanı olan M. Brune getirilmiştir. Brune, teorik dersler yanında, öğrencilerini gemi inşa
tezgahlarına da götürmüş ve uygulamalı dersler vermiştir.25
Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun
1793’de kurulan bu okulun amacı ise, orduya topçu ve istihkâm mühendisi yetiştirmekti.
Buranın en meşhur başhocası Hoca Đshak Efendi’dir. Mühendishâne 4 sınıftı. Burada okutulan
dersler de Fransızca, Arapça, geometri, aritmetik, coğrafya, cebir, trigonometri, diferansiyel ve
integral hesap, astronomi ve istihkâm idi. Bu dersleri okutacak hocaların çoğu Avrupa’dan getirtilmekle beraber, Avrupa dillerinden pek çok kitap da Türkçeye çevrilerek basılmıştır. Bu
tercüme işinde Hoca ishak Efendi’nin büyük bir gayret ve hizmeti olmuştur.26
Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun’un kurulduğu ilk yıllarda ders programları hakkında
ayrıntılı bilgiye sahip değiliz. Ancak biliyoruz ki, fen dersleri ağırlıktaydı ve eğitim teorik ve
uygulamalı olarak yapılmaktaydı. Burada okutulan matematik ve astronomi bilimleri Đslâm
kaynaklarına, coğrafya, harp tekniği ve askeri bilimler ise daha çok Batı kaynaklarına dayalı
Osmanlıca kitaplardan okutulmaktaydı.
Yapı Teknolojisi
Mimari
Osmanlı mimarisi Anadolu Selçukluları, Karaman, Eşref ve Aydınoğulları
mimarisinden farklı bir üslupta gelişmiştir. Bu mimaride süs ve gösterişten ziyade metanet ve
sadelik hakimdir. Osmanlı mimarisi Bursa’da kendini göstermiş, tedrici olarak gelişerek
istanbul’da en yüksek seviyesine ulaşmış ve Macaristan, Rumeli, Irak, Suriye, Mısır ve
Hindistan’a kadar gitmiştir.
Osmanlı mimarisinin Bursa ile başlayan ilk devrinden sonra 16. yüzyılda başlayan
klâsik devir Sultan Ahmed Camii’nin yapıldığı 17. yüzyılın başlarına kadar devam eder.
Bursa’da Yeşil Camii’nin yapılışından (822/1419) itibaren Osmanlı mimarisi özel bir karakter
taşır. Bu tarz, Bayezid Camii’nin yapılışına kadar Đstanbul camilerinde esas teşkil etmiştir.
Osmanlı mimarisi istanbul’da yükselmeye başlamış ve gelişme göstermiştir. Fatih
Sultan Mehmed’in Havariyun Kilisesi’nin yerine yaptırdığı camii (1462-1470), 1463’de
yapılan Mahmud Paşa Camii bu örneklerdendir.
Osmanlı mimarisinde klâsik devri açan Bayezid Camii’ni (1509) yapmış olan
Muradoğlu Mimar Hayreddin’dir. Bu cami Bursa mektebi ile Mimar Sinan mektebi arasında
bir köprü oluşturur. Mimar Hayreddin mektebini en yüksek mertebesine çıkaran Mimar
Sinan’dır (1490-1588). Yavuz Sultan Selim zamanında Kayseri köylerinden devşirme olarak
acemi ocağına alınmış olan Mimar Sinan Osmanlı bilim ve mühendislik tarihinin en seçkin
kişisidir.28
Mimar Sinan, cami, mescit, medrese, türbe, imaret, köprü, suyolu kemeri, kervansaray,
saray ve hamam gibi yapılardan oluşan toplam 364 eser bırakmıştır ve bu eserlerden bazıları gerek kendi döneminde, gerekse bütün zamanlar için şaheser olarak nitelendirilebilecek
yapılardır. Süleymaniye ve Selimiye camileri ile Mağlova suyolu kemeri bunlara örnek olarak
verilebilir.29
Süleymaniye Camii’nin temelleri 1957 yılında incelenmiş ve açılan çukurların ve
temellerin sağlam kaya zeminine kadar indiği gözlenmiştir. Temellerin en altında da 20 cm
kalınlığında, içi ahşap ızgara düzeniyle pekiştirilen bir harç tabakası bulunmaktadır. Mihrap
duvarı altındaki temeller ise 590 cm derinliğe inmektedir.30
Osmanlı mimarisi 17. yüzyıldan itibaren klâsik Mimar Sinan mektebinden ayrılmaya
başlamış ve Sultan Ahmed Camii ile yeni bir şekil almıştır. 18. yüzyılda ise Osmanlı fikir
hayatı Batı’ya meylettiği sırada mimari sanatı da Batı’ya yönelmiş, fakat Türk sanatkârları
millî bünyeden de buna ilaveler yapmışlar ve tam taklidden kurtulmuşlardır.
Su Tesisleri
Roma imparatorluğu zamanında istanbul çok muntazam bir su şebekesine sahipti.
Ayrıca istanbul’un fethinden önce, surların dışında Türkler tarafından, bugüne kadar kalan
bazı çeşmelerin yapıldığı da bilinmektedir. Fetihten sonra ise, Fatih Sultan Mehmed, şehre su
getiren suyollarının acele tamirini emretmiş, ayrıca yeni sular çıkarttırmıştır. istanbul’da Fatih
Sultan Mehmed’e ait 9 vakıf çeşme ile cami, imaret ve diğer vakıf tesislerine sular tahsis
edildiği görülmektedir. II. Bayezit zamanında (1481-1512) Bayezit Suyolları adıyla anılan
suyolları yapımıştır. Yavuz Sultan Selim zamanında da (1512-1520) bazı su tesisleri yapılmış
ancak, şehrin hızla büyümesi nedeniyle bir süre sonra istanbul’da su sıkıntısı baş göstermiştir.
Su probleminin çözülmesi ise Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) devrine rastlar.32
Kanunî devrinde yapılmış olan büyük su tesisleri tam bir mükemmellik göstermektedir.
Su, genelde menba veya derelerden tedarik edilmiştir. Derelerden alınan suların seviyeleri,
küçük bir bent yapılarak kabartılmıştır. Ayrıca sulama ağızları yapılmış buraya ızgaralar
konulmuştur. Yine bugünkü anlayışa tamamen uygun bir biçimde her ızgaradan sonra
genellikle dairesel olarak inşa edilmiş olan çökeltme havuzu, çökeltme havuzlarında tabana
biriken kumu boşaltmak için yıkama kanalları yapılmıştır. Şehre getirilen suların çeşitli
bölgelere ayrılacakları yerlerde su dağıtma tesisleri inşa edilmiştir. Çeşitli kaynaklara göre, Osmanlılar ayrı bir su nezareti kurmuşlardır. Kurulmuş olan bu
su nezareti tarafından yapılmış çeşitli suyolu haritaları günümüze ulaşmıştır.
Bayındırlık
Tanzimata gelinceye kadar devletin bir bayındırlık politikası yoktu. Devletin bir
bayındırlık politikasına sahip olması gerektiği Gülhane Hattı Hümâyunu’ndan itibaren
kavranmış, 1856 tarihli Islâhat fermanı ile bu prensibe daha açık bir mana verilmiştir.
Fermanda iç ticaretin geliştirilmesi için kara ve deniz yollarının ıslahına hükümetçe para
tahsis edileceği ve Avrupa bilgi ve sermayesinden faydalanacağı belirtilmiştir
Karayolları
Devletin yol konusu ile meşgul olması ilk defa 1856 Islâhat fermanı ile prensip olarak
kabul edilmiş ve 1869’da bir nizamname oluşturulmuştur. Bu nizamname çerçevesinde yol
inşaatında çalışmak mecburiyeti konmuş ve 16-60 yaş arasındaki erkek nüfusun yol inşaatında
çalışması öngörülmüştür. Ancak yürülüğe geçirilmeden 1875’de bu mecburiyet kaldırılmış,
bir süre sonra da, 1879’da bu mecburiyet yeniden getirilmiş ve bir kaç senede Anadolu ve
Rumeli’de 5000 kilometreye yakın yol inşaa edilmiştir.
Demiryolları
Osmanlı imparatorluğu’nda demiryolları Kırım Muharebesi’nden sonra inşa edilmeye
başlanmış, ancak bu teşebbüs yabancı şirketlere bırakılmıştır. ilk demiryolları, imparatorluğun
nüfus yoğunluğu fazla, toprakları bereketli ve Avrupa ile teması kolay bölgelerde inşa
edilmeye başlanmıştır. Demiryollarının önemini kavrayan Đngilizler, Hindistan’a gitmek için
en kısa yolun Osmanlı topraklarından geçtiğini farketmişler ve Osmanlı Hükümeti’ne
topraklarında demiryolları yapmayı teklif etmişlerdir. Osmanlılar bu teklifi memnuniyetle
kabul etmişlerdir. Böylece, 1856’da demiryolları döşemeciliği bir ingiliz şirketine verilmiş ve
yaklaşık 450 kilometrelik bir yol hizmete açılmıştır. Bunların içerisinde izmir-Aydın ve
Varna-Rusçuk hatları sayılabilir. II. Abdülmecit devrinde bu uzunluk 515 kilometreye
çıkmıştır.
Lokomotifler de, demiryolları hattının yapımını üstlenmiş olan şirketler tarafından
getirtilmiş, ancak bunların ücreti Osmanlılar tarafından ödenmiştir. Đlk kullanılan lokomotifleringiliz yapımı lokomotiflerdir. Bunlar Stephenson tipi lokomotifler olup, New Castle yapımı,
iki dingilli tek silindirli lokomotiflerdir.36
Osmanlıların kendileri bir demiryolu programı oluşturamamışlardır. Birkaç hattın
inşasına girişmişlerse de bunları işletememişler (Hicaz hattı hariç) ve yabancı şirketlere
devretmişlerdir. Osmanlı demiryolları Padişah tarafından imtiyazlar verilmek suretiyle
yabancı sermayenin, bilgi ve tekniğinin bir eseri olmuştur.
Denizyolları
Abdülaziz devrinde demiryollarına verilen önem denizyollarına verilmemiştir. Padişah
büyük bir donanma oluşturma hevesine kapılmış, bir deniz ticaret filosuna sahip olma ihtiyacı
duymamıştır. Osmanlı limanları ile Avrupa ve diğer memleketler arasındaki taşımacılık
yabancı vapur işletmeleriyle mümkün olmuştur.
1896’da bir Alman firmasınca Derince Limanı inşa edilmiş, 1899’da da Haydarpaşa
Limanı inşa edilmek üzere Şimendiferler şirketine verilmiş ve 1904’de ikmal edilmiştir.
Osmanlı devletinde limanlar yabancı şirketler tarafından inşa edilmiş ve işletilmiştir. 1901’de
II. Abdülhamit Galata ve istanbul limanlarını devletçe satın almak istemiş ancak Şeyhülislâm
Cemaleddin Efendi ve Adliye Nazırı Abdurrahman Paşa’nın muhalefetiyle karşılaşmıştır.
Üretim Teknolojisi
Tarım
Osmanlılarda tarım teknolojisi, 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar hiç bir değişikliğe
uğramamıştır. Temel üretim araçları tırmık, karabasan, döven gibi araçlardan ve öküz gibi
hayvan gücünden oluşmaktadır. Birim topraktan alınan ürün miktarının yüzyıllar boyunca
teknolojik gelişmeden kaynaklanan hiç bir artış olmamıştır.
Dokumacılık
Osmanlılarda tarımsal üretimden sonra gelen en büyük üretim kumaş dokumacılığıdır.
Kumaş dokumacılığı 14. ve 15. yüzyıllarda Anadolu’da büyük gelişim göstermiş ancak 16.yüzyılın sonlarında bir gerileme olmuştur. Özellikle Osmanlı pazarına giren Hint
pamuklularının bunda önemli bir rolü olmuştur.40
Dokuma sanayi 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren çökmeye başlamış ve II. Mahmud
ve Abdülmecit zamanlarında bu çöküş hızlanmıştır. Abdülaziz devrinde ise imparatorluğun
her yerinde el tezgahları silinmeye başlamıştır.41
19. yüzyılın başlarında Osmanlı tekstil sanayi eski gücünü kaybetmiş olmasına rağmen
önemini koruyabilmiştir. 1830’lu yıllarda Halep’de pamuklu dokuyan 300, ipekli dokuyan 200
işyeri ve Bursa’da da 14 ipek fabrikası vardı. 1838’de ise istanbul’da pamuklu, yünlü ve ipekli
kumaş dokuyan 3000 tezgah bulunuyordu. Ne var ki, Avrupa’da Sanayi Devrimi’nden sonra
Osmanlı Devleti teknolojik ilerlemeye uyum sağlayamadı ve Osmanlı tekstil sanayi çökmeye
başladı. Bunun sonucu olarak da, 19. yüzyılın sonlarında istanbul’daki tezgah sayısı 25’e
Bursa’daki ipekli tezgah sayısı da 75’e düştü.
Madencilik
Osmanlılar Agricola’nın De Re Metallica adlı eserinde anlatılan maden teknolojisinden
haberdardırlar. 1580 tarihine doğru, seyyah ve coğrafyacı Mehmed Aşık Trakya’da
Sidrekapısı’ndaki madenlerden birinin gezmiş ve burası hakkında bilgi vermiştir. Bu bilgiye
göre Osmanlılar madencilikte Batı ile aynı teknolojiyi uygulamaktaydılar. Buradaki maden
kuyusu 115-155 metre derinliğe kadar inmekteydi. Bu da Orta Avrupa’daki maden ocaklarının
ortalama derinliğinin yarısı kadardır. Su boşaltma işlemi çarkla dönen kovalarla ve ilave el
pompalarıyla yapılıyordu. Drenaj için ise, toprak sathında yeraltı sularına paralel olarak açılan
hava deliklerine bağlı mekanik olarak çalışan çarklar ile havalandırma sistemi vardı. Bu
madende maden cevherini eritilmesinde ise, genellikle galen ve diğer kurşun sülfür
çeşitlerinin tasfiyesi için maden ocaklarında kullanılan fırınların körüklerini çalıştıran su
çarkları kullanılmaktaydı.
Osmanlı madenleri, tanzimata gelinceye kadar hanedana ait ve darphaneye bağlı olarak
idare edilmişlerdir. 1839’da ise tamamen devlet hazinesine devredilmişlerdir.
Bilim Teknolojisi
Astronomi
Takîyüddîn ve istanbul Gözlemevi’nde Kullanılan Astronomik Aletler
Osmanlı Devleti’nde, 16. yüzyılın ortalarına değin imparatorluk içerisinde bir
gözlemevi kurulamadı. Ancak, 16. yüzyılın ikinci yarısında, III. Murat döneminde istanbul’da
Tophane sırtlarında Takîyüddîn tarafından bir gözlemevi kurulması çok önemli bir olaydır.
istanbul Gözlemevi, burada yapılmış olan gözlemler kadar kullanılan aletleri açısından da
önemlidir. Yapılan araştırmalar bu gözlemevinde inşa edilen gözlem araçları ile Tycho
Brahe’nin (1546-1601) Danimarka kralı Frederic II’nin himayesinde Hven’de 1576 yılında
inşasına başlanan gözlemevindeki gözlem araçları arasında tam bir paralelizm olduğunu
göstermektedir.45 Takîyüddîn bu gözlemevinde dokuz önemli gözlem aleti yapmış ve
kullanmıştır:
Zât-ül-halâk (halkalı araç): Gök cisimlerinin enlem ve boylamlarının
bulunmasında kullanılan bu alet yüzyıllarca gözlemevlerinin en belli başlı aleti olmuştur; ilk
tasviri, “üstürlab” adı ile Batlamyus’un (M.S. 150 yılları) Almagest adlı kitabında verilir.
Takîyüddîn’in aleti, çapı 9 1/6 zira’ olan 6 halkadan yapılmıştır. Halkaların çapları 4 metreden
fazladır ve ufuk adı verilen bir kaide üzerine yerleştirilmişlerdir. Halkalı araç ve ufuk altı
sütun üzerine konulmuştur ve bu sütunların uçları da başka bir kaide üzerindedir. Buna benzer
bir kaide, 16. yüzyıl Avrupa’sında kullanılmaktaydı.
Zât-üs-şu’beteyn (cetvelli araç, ): 12. yüzyılın başlarında yaşamış olan Câbir
ibn Eflah Islah el-Mecistî adlı eserinde, Batlamyus’un “Zât-üs-şu’beteyn”ini tasvir ettikten
sonra, kendisinin icadettiği bir aletin tasvirini verir. Daha sonra Câbir’in bu kitabının
Latinceye tercümesi, Avrupa’da yeni bir aletin doğmasına neden olmuştur; “turquetum”.
Genellikle Ay’ın paralaksını ölçmeye yarayan bu alete 16. yüzyıla kadar inşa edilmiş çoğu
gözlemevinde rastlanmaktadır. Aletin ilk tasvirini ise Batlamyus yapmaktadır. Takîyüddîn’in
bu aleti Batlamyus’unkinin aynıdır. Yalnız meridyen düzlemine tesbit edilmiş olup, her yönde
yükseklik ölçebilecek tarzdadır. Üç cetvelden oluşur. Biri ufka dikey olup diğeri ise bunun
tepesine bir eksenle bitiştirilmiştir. Üçüncüsü kirişlere bölünmüştür ve birincinin alt kısmına
bir eksenle bağlanmıştır.Zât-üs-Sakbeteyn (iki delikli araç, ): Güneş’in ve Ay’ın çaplarını, Güneş ve Ay
tutulmalarının miktarlarını hesabetmekte kullanılır. Takîyüddîn bu aleti, dakika bölümlerini
gösterebilecek kadar büyük çapta inşa etmiştir.48
Duvar kadranı (libne,): Meridyen üzerine inşa edilmiş bir duvarın
yüzeyine tesbit edilmiş bir kadrandır ve yıldızların meridyen geçişlerini gözlemekte kullanılır.
istanbul Gözlemevi’nde bu araç 6 metre çapında olarak inşa edilmiştir. 16. yüzyıla kadar
Avrupa’da bu tip bir duvar kadranına rastlanmamaktadır. Kullanılan kadranlar
Batlamyus’unkine benzeyenler veya taşınabilenlerdir. Böyle bir araç Batı’da ilk defa Tycho
Brahe tarafından kullanılmıştır. Takîyüddîn tarafından kullanılan duvar kadranı 6 metre
çapında pirinç iki kadrandan oluşmuş ve meridyen düzlemi üzerindeki bir duvarın yüzeyine
yerleştirilmiştir. Kaynaklara göre Takîyüddîn bu aracı, Süds-i Fahri ve iki Halka yerine
yapmıştır.
Satı Gül-Gamze Tököz
http://bircanakdeniz.blogcu.com/18-yuzyilda-teknoloji/13773549
http://bircanakdeniz.blogcu.com/18-yuzyilda-teknoloji/13773549