TARİH

TEKNOLOJİ

TEKNOLOJİ 
Savaş Teknolojisi
 
Ateşli Silahlar, Top, Tüfek ve Barut 
 
Osmanlıların ateşli silahları ilk kullandıkları tarih tam olarak bilinmemektedir. Ancak 
 
bu teknolojiyi Avrupa’dan erken tarihlerde almışlar ve kullanmışlardır. 14. yüzyılda ateşli 
 
silahlarla ilgili yenilikleri Avrupa devletlerinden öğrenen Sırpların bu silahların Osmanlılara 
 
girişinde önemli rol oynadıkları bilinmektedir. Yine bu dönemlerde, Osmanlıların Batı’dan 
 
silah satın almaya başladıklarını gösteren vesikalar da bulunmaktadır.7
 
Osmanlılarda 15. ve 16. yüzyıllarda, silah ve özellikle top teknolojisi oldukça gelişmiş
 
düzeydeydi. Osmanlılar, 14. yüzyıl sonlarına doğru ordularında top kullanmışlar
 
 ve 1450-
 
1550 yılları arasında da, gerek teknolojik yeterlilik gerekse kullanım yeteneği açısından 
 
dünyadaki en iyi topçuluk sistemine sahip olmuşlardır. 
 
Osmanlı ordusunda top ilk kez, 1386’da Karamanoğulları ile yapılan savaşta, daha sonra 
 
da 1389’da Birinci Kosova Savaşı’nda kullanıldı. Tahrip güçleri zayıf olan bu toplar daha 
 
sonra teknik olarak oldukça geliştirilebilmiş ve 1439’larda kale dövebilecek ve yıkabilecek, 
 
1444’lerde ise gemi batırabilecek düzeye erişmişlerdir. 
 
Fatih Sultan Mehmed, istanbul’un fethi için topa büyük önem vermiş ve yerli ve yabancı 
 
uzmanlardan yararlanmış, hatta bizzat kendisi balistikçi gibi çalışarak topçuluğun gelişmesine 
 
katkılarda bulunmuştur. Fatih, Đstanbul’u fethetmek için güçlü topların gerektiğini anlamış ve 
 
bu amaçla Edirne’de dökümhâneler kurdurtmuştur. Bu dökümhânelerde Saruca Usta, 
 
Müslihiddin Usta, Macar asıllı Urban ve Cenevizli Donar gibi topçuluk alanında uzman 
 
kişiler çalışmışlardır.9
 
Fatih döneminde topların hem çapı hem de tahrip gücü arttırılmış ve barut üretme 
 
metodları geliştirilmiştir. Zira iri güllelerin uzak mesafelere atılması, gülle ve namlu 
 
problemlerinin yanısıra sıkıştırılmış barutun çok kısa sürede alev almasıyla mümkündüTopun tahrip gücü 15. yüzyılın ikinci yarısı boyunca geliştirilmiş, bu sayede top 16. 
 
yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti’nin askeri genişlemesinin en önemli unsurlarından biri 
 
haline gelmiş ve 1522’de Rodos’un alınmasında, 1526’da Mohaç Meydan Muharebesi’nde 
 
Osmanlı topçu ateşi galibiyeti belirleyen temel etken olmuştur. 
 
16. yüzyılın ilk yarılarında Avrupa topçuluğundan daha etkin olan Osmanlı topçuluğu 
 
17. yüzyıl boyunca gerilemiş ve 18. yüzyılın ikinci yarısında açık bir düşüş yaşamıştır. 18. 
 
yüzyılın sonlarında ise yeni düzenlemelere gidilmiştir.11
 
Osmanlının en büyük top dökümhânesi Galata suru dışında Kılıç Ali Paşa Camii 
 
yakınında, şimdi Tophane denilen yerdeydi. Bu dökümhâne Fatih tarafından yaptırılmış ve II. 
 
Bayezid tarafından tamamlanmıştır. Kanuni zamanında ise Tophane binası yıktırılmış ve daha 
 
büyük ölçüde yeniden inşa edilmiştir.12
 
Osmanlı Devleti’nin en büyük top döküm yeri Tophane olmakla beraber ülkenin değişik 
 
yörelerinde, Belgrad, Semendire Sancağı’nda Baç, Budin, Đskodra, Pravişte, Gülamber, 
 
Tımışvar gibi merkezlerde de top döküm imalathâneleri bulunmaktaydı. Topa lazım olan 
 
demir, Rumeli Anadolu’daki madenlerden tedarik edilirdi. Gülleler ise çeşitli büyüklükte ve 
 
topların çeşitine göre maden çıkan yerlerde dökülürdü. Taş gülle atan toplar da vardı.13
 
15. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı ordusunda ateşli silahlar içinde topun yanısıra 
 
tüfekte kullanılmıştır. Fatih devrinde orduda bir tüfekçi fırkası mevcuttu. 16. yüzyılda tüfek 
 
imalatı devlet tarafından yapılmaya başlanmış ve Osmanlı ordusu top ve tüfeği belirli bir 
 
strateji içerisinde kullanarak başarıya ulaşmıştır. 
 
Osmanlılar Balkanlar’daki savaşlarda büyük ölçüde tüfek ele geçirmişler ve oralarda 
 
bulunan imalalathanelerdeki üretimi devam ettirmişlerdir. 1480 yılında Semendire’de, 
 
üzerinde “Kayı” işareti bulunan çeşitli tipte el tüfekleri imal edilmiştir.14
 
1680 yılında Avusturya savaşlarında Türklerin kullandıkları tüfekler Avusturya 
 
ordusundakilerle aynı kalitede hatta bazı yönlerden daha üstündür.15
 
Osmanlının ilk dönemlerde ateşli silah imalathanelerinde çalışan teknik elemanların 
 
çoğu Hristiyan Sırplardı. Ancak 16. yüzyılda ateşli silah üretiminde Osmanlılar, yabancı 
 
teknik elemanın yanında kendi elemanlarının yetişmesine de önem vermişler, yabancılardan 
 
ziyade kendi tüfekçilerini kullanmaya gayret etmişlerdir. Bu durum 18. yüzyıldan itibarenyavaş yavaş değişmiş, Osmanlılar, Batı’dan askeri malzeme yanında yeni sistemleri de ithal 
 
etmeye başlamış ve bu yüzyılın başında da artık Đngiliz usulü barut kullanmaya 
 
yönelmişlerdir.16
 
Osmanlılarda top ve diğer ateşli silahlar için gerekli olan barut önceleri bu işi geçim 
 
aracı olarak benimsemiş ve barutu el tezgahlarında yapan ustalardan satın alınmıştır. Daha 
 
sonraları ise çeşitli barut imal eden ve devrin barut yapılan fabrikaları olarak nitelenebilecek 
 
baruthâneler kurulmuştur. 
 
Birçok bölümden oluşan baruthâler ham maddelerin dibek, havan veya çarhlarla (çark) 
 
ezilerek toz haline getirildiği çarhâne, güherçilenin yıkanıp eritildiği havuzlar, kurutma 
 
işleminin yapıldığı sergi, ham maddelerin kaynatıldığı soba, eritilerek kalıplara döküldüğü 
 
kalhâne, silindirden geçirildiği silindirhâne, elendiği kalburhâne gibi kısımlara sahiptir. 
 
Anadolu’da, Đzmir’de, Rumeli tarafında Gelibolu, Selânik, Belgrad, Budin ve Tımışvar’da, 
 
Afrika kıtasında Kahire’de Ortadoğu’da Bağdat’da çeşitli baruthâneler kurulmuştur. Bunların 
 
da arasında en önemlisi Baruthâne-i Âmire adıyla bilinen müessesedir.
 
 
Gemi Yapımı
 
Teknoloji tarihi açısından top dökümü yanında gemi yapımı da oldukça önemlidir. Fatih 
 
Sultan Mehmed zamanından beri orduya hizmet veren bir Tophane ve bir de Tersâne vardı. 
 
Bunlar sonraki asırlarda büyük sanayi işletmeleri haline gelmişlerdir. 16. yüzyılın başlarından 
 
itibaren Osmanlı Devleti’nin merkez deniz üssü Đstanbul’daki Tersâne-i Âmire idi. Bu 
 
müessese, Venedik denizciliğinden ve onun tersâne tecrübelerinden büyük ölçüde 
 
faydalanmıştır. Tersânede II. Bayezid devrinde yapılan bir kaç ilave dışında Yavuz Sultan 
 
Selim zamanına kadar büyük bir değişiklik yapılmamıştır. Yavuz Sultan Selim donanmayı 
 
geliştirmek için karar almış ve 1513/14 kışında Kadırga limanındaki tesislerin yerine geçecek 
 
yeni bir tersâne inşasını başlatmış ve bu sayede Galata - Kasımpaşa arasıdaki sahada iki sene 
 
içerisinde çok sayıda tersâne gözü inşa edilmiştir. 1547 senelerinde de tersâne sahası yüksek 
 
bir duvarla çevrilmiştir. 
 
16. yüzyılın sonlarında Osmanlılar gemi yapım teknolojisinde Batı’dan geri kalmaya 
 
başladılar. Bunun temel nedeni, Osmanlıların kürekle hareket eden gemilerde (çekdiri) ısrar 
 
etmeleridir. 16. yüzyılda Portekizliler, ispanyollar ve bazı Avrupa ülkeleri yelkenli gemiciliğe(kalyon) geçmişler, Osmanlılar ise ancak 17. yüzyıl sonlarında kalyonculuğa geçebilmişlerdir. 
 
Bundan bir süre önce, 1651 yılında Sadrazam Melek Ahmed Paşa tarafından Bahçekapı 
 
yakınlarında büyük bir kalyon inşa ettirilmiş, ancak kalyon suya indirilirken yana devrilmiş ve 
 
batmıştır.
 
 
 
Askeri Okullar
 
Osmanlılar erken dönemlerde, Batı’dan özellikle savaş teknolojisini ve madencilik 
 
konularındaki teknikleri transfer etmişler, özellikle de ilk yüzyıllarda, mutlak hakimiyete 
 
dayanan sistemi ve sahip oldukları üstünlük duygusu nedeniyle bu ilgi seçici bir şekilde 
 
gelişmiştir. Ancak askeri, siyasi ve iktisadi dengeler Osmanlıların aleyhlerine döndüğü zaman 
 
Avrupa bilimi, ihtiyaçlarına göre fonksiyonel bir şekilde aktarılmıştır. 17. yüzyıldan itibaren 
 
de Avrupa devletleri karşısında uğranılan askeri yenilgilerin getirdiği yıkımdan kurtulmak için 
 
askeri alanda Batılılaşma’ya gidilmiştir.19
 
Osmanlılar herşeyden önce ordunun yeni bir düzene sokulması, askeri ıslahât yapılması 
 
ve yeni tekniklerle donanmış zabit yetiştirmek ve daha çok pratik ihtiyaca cevap verebilmek
 
için bir takım modern eğitim müesseseleri kurma ihtiyacını hissetmişlerdir. Osmanlıların 
 
askeri güçlerini arttırmak için bilim ve teknolojiyi derhal elde etmeleri gerekiyordu. Bu 
 
nedenle, 18. yüzyılın sonunda mühendishâneler ve 19. yüzyılın başında da Mekteb-i 
 
Tıbbiye’yi kurdular.20
 
III. Ahmed devrinde başlayan askeri ıslahat ile 1733’de Humbarahâne, 1773’de de 
 
Baron de Tott’un tavsiyesi ve önayak olmasıyla Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun (Deniz 
 
Mühendishanesi) kuruldu. Bunları, 1795’de Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun (Kara 
 
Mühendishanesi) takip etti.
 
 
 
Humbaracı Ocağı 
 
Humbaracılar kale ve mevki muharebesinde, görülemeyen hedefler üzerine “havan” adı 
 
verilen silahlar ile “humbara” atan teknik bilgi sahibi askerlerdir. Humbaracı Ocağı Osmanlı 
 
askeri teşkilatında erken zamanlardan beri mevcuttu ve Kapıkulu piyade ocaklarına bağlıydı. 
 
Ancak 17. yüzyılın sonlarında humracalık gözden düşmüş ve önemini kaybetmişti. 1733’de ise Comte de Bonneval’in önderliğinde Humbaracı Ocağı açıldı ve 1735 tarihli ferman ile 
 
ocağın esaslarını belirten nizamnamesi çıktı.22
 
Bazı kaynaklara göre Üsküdar’da kurulan Humbaracı Ocağı’nda bir de Hendesehâne’nin 
 
kurulmuştur. Humbaracı Kışlası adı verilen ve matematik ve geometri okutulan bu okulun 
 
ömrü uzun sürmemiş ve humbaracıların isyan çıkaracakları korkusuyla bu heyet 
 
dağıtılmıştır.
 
 
 
Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun
 
1773 yılında kurulan bu okulun amacı, donanmaya geometri ve coğrafya bilen subaylar 
 
yetiştirmekti. Burada dersler vermek üzere Fransa’dan da bazı subaylar getirtilmişti. Burada 
 
başhocalık yapanlar arasında meşhur matematik ve mantık âlimi Gelenbevî ismail Efendi de 
 
vardı. Okulda Türkçe, Arapça, Fransızca’nın yanısıra aritmetik, geometri, coğrafya, 
 
trigonometri, cebir, topoğrafya, harp tarihi, integral ve diferansiyel hesap, mekanik, astronomi, 
 
istihkâm ve balistik okutulmuştur. I. Abdülhamit (1774-1789) devrinde bu okul yeniden 
 
düzenlenmiştir (1784).24
 
1784’de Fransa’dan getirilen iki mühendis (Binbaşı J. Lafitte-Clavé ve Monnier) burada 
 
istihkâm dersleri vermişlerdir. Bu iki mühendis ayrıca uygulamalı dersler de vermişler, ancak 
 
bu hocalar ülkelerine döndükten sonra uygulamalı dersler kesilmiş ve teorik derslere devam 
 
edilmiştir. 1795’de ise burada gemi inşaat şubesi açılmış ve başına da Fransa’dan konunun 
 
uzmanı olan M. Brune getirilmiştir. Brune, teorik dersler yanında, öğrencilerini gemi inşa 
 
tezgahlarına da götürmüş ve uygulamalı dersler vermiştir.25
 
Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun
 
1793’de kurulan bu okulun amacı ise, orduya topçu ve istihkâm mühendisi yetiştirmekti. 
 
Buranın en meşhur başhocası Hoca Đshak Efendi’dir. Mühendishâne 4 sınıftı. Burada okutulan 
 
dersler de Fransızca, Arapça, geometri, aritmetik, coğrafya, cebir, trigonometri, diferansiyel ve 
 
integral hesap, astronomi ve istihkâm idi. Bu dersleri okutacak hocaların çoğu Avrupa’dan getirtilmekle beraber, Avrupa dillerinden pek çok kitap da Türkçeye çevrilerek basılmıştır. Bu 
 
tercüme işinde Hoca ishak Efendi’nin büyük bir gayret ve hizmeti olmuştur.26
 
Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun’un kurulduğu ilk yıllarda ders programları hakkında 
 
ayrıntılı bilgiye sahip değiliz. Ancak biliyoruz ki, fen dersleri ağırlıktaydı ve eğitim teorik ve 
 
uygulamalı olarak yapılmaktaydı. Burada okutulan matematik ve astronomi bilimleri Đslâm 
 
kaynaklarına, coğrafya, harp tekniği ve askeri bilimler ise daha çok Batı kaynaklarına dayalı 
 
Osmanlıca kitaplardan okutulmaktaydı.
 
 
 
Yapı Teknolojisi 
 
 
Mimari 
 
Osmanlı mimarisi Anadolu Selçukluları, Karaman, Eşref ve Aydınoğulları 
 
mimarisinden farklı bir üslupta gelişmiştir. Bu mimaride süs ve gösterişten ziyade metanet ve 
 
sadelik hakimdir. Osmanlı mimarisi Bursa’da kendini göstermiş, tedrici olarak gelişerek 
 
istanbul’da en yüksek seviyesine ulaşmış ve Macaristan, Rumeli, Irak, Suriye, Mısır ve 
 
Hindistan’a kadar gitmiştir. 
 
Osmanlı mimarisinin Bursa ile başlayan ilk devrinden sonra 16. yüzyılda başlayan 
 
klâsik devir Sultan Ahmed Camii’nin yapıldığı 17. yüzyılın başlarına kadar devam eder. 
 
Bursa’da Yeşil Camii’nin yapılışından (822/1419) itibaren Osmanlı mimarisi özel bir karakter 
 
taşır. Bu tarz, Bayezid Camii’nin yapılışına kadar Đstanbul camilerinde esas teşkil etmiştir. 
 
Osmanlı mimarisi istanbul’da yükselmeye başlamış ve gelişme göstermiştir. Fatih 
 
Sultan Mehmed’in Havariyun Kilisesi’nin yerine yaptırdığı camii (1462-1470), 1463’de 
 
yapılan Mahmud Paşa Camii bu örneklerdendir. 
 
Osmanlı mimarisinde klâsik devri açan Bayezid Camii’ni (1509) yapmış olan 
 
Muradoğlu Mimar Hayreddin’dir. Bu cami Bursa mektebi ile Mimar Sinan mektebi arasında 
 
bir köprü oluşturur. Mimar Hayreddin mektebini en yüksek mertebesine çıkaran Mimar 
 
Sinan’dır (1490-1588). Yavuz Sultan Selim zamanında Kayseri köylerinden devşirme olarak 
 
acemi ocağına alınmış olan Mimar Sinan Osmanlı bilim ve mühendislik tarihinin en seçkin 
 
kişisidir.28
 
Mimar Sinan, cami, mescit, medrese, türbe, imaret, köprü, suyolu kemeri, kervansaray, 
 
saray ve hamam gibi yapılardan oluşan toplam 364 eser bırakmıştır ve bu eserlerden bazıları gerek kendi döneminde, gerekse bütün zamanlar için şaheser olarak nitelendirilebilecek 
 
yapılardır. Süleymaniye ve Selimiye camileri ile Mağlova suyolu kemeri bunlara örnek olarak 
 
verilebilir.29
 
Süleymaniye Camii’nin temelleri 1957 yılında incelenmiş ve açılan çukurların ve 
 
temellerin sağlam kaya zeminine kadar indiği gözlenmiştir. Temellerin en altında da 20 cm 
 
kalınlığında, içi ahşap ızgara düzeniyle pekiştirilen bir harç tabakası bulunmaktadır. Mihrap 
 
duvarı altındaki temeller ise 590 cm derinliğe inmektedir.30
 
Osmanlı mimarisi 17. yüzyıldan itibaren klâsik Mimar Sinan mektebinden ayrılmaya 
 
başlamış ve Sultan Ahmed Camii ile yeni bir şekil almıştır. 18. yüzyılda ise Osmanlı fikir 
 
hayatı Batı’ya meylettiği sırada mimari sanatı da Batı’ya yönelmiş, fakat Türk sanatkârları 
 
millî bünyeden de buna ilaveler yapmışlar ve tam taklidden kurtulmuşlardır.
 
 
 
Su Tesisleri 
 
Roma imparatorluğu zamanında istanbul çok muntazam bir su şebekesine sahipti. 
 
Ayrıca istanbul’un fethinden önce, surların dışında Türkler tarafından, bugüne kadar kalan 
 
bazı çeşmelerin yapıldığı da bilinmektedir. Fetihten sonra ise, Fatih Sultan Mehmed, şehre su 
 
getiren suyollarının acele tamirini emretmiş, ayrıca yeni sular çıkarttırmıştır. istanbul’da Fatih 
 
Sultan Mehmed’e ait 9 vakıf çeşme ile cami, imaret ve diğer vakıf tesislerine sular tahsis 
 
edildiği görülmektedir. II. Bayezit zamanında (1481-1512) Bayezit Suyolları adıyla anılan 
 
suyolları yapımıştır. Yavuz Sultan Selim zamanında da (1512-1520) bazı su tesisleri yapılmış
 
ancak, şehrin hızla büyümesi nedeniyle bir süre sonra istanbul’da su sıkıntısı baş göstermiştir. 
 
Su probleminin çözülmesi ise Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) devrine rastlar.32
 
Kanunî devrinde yapılmış olan büyük su tesisleri tam bir mükemmellik göstermektedir. 
 
Su, genelde menba veya derelerden tedarik edilmiştir. Derelerden alınan suların seviyeleri, 
 
küçük bir bent yapılarak kabartılmıştır. Ayrıca sulama ağızları yapılmış buraya ızgaralar 
 
konulmuştur. Yine bugünkü anlayışa tamamen uygun bir biçimde her ızgaradan sonra 
 
genellikle dairesel olarak inşa edilmiş olan çökeltme havuzu, çökeltme havuzlarında tabana
 
biriken kumu boşaltmak için yıkama kanalları yapılmıştır. Şehre getirilen suların çeşitli 
 
bölgelere ayrılacakları yerlerde su dağıtma tesisleri inşa edilmiştir. Çeşitli kaynaklara göre, Osmanlılar ayrı bir su nezareti kurmuşlardır. Kurulmuş olan bu 
 
su nezareti tarafından yapılmış çeşitli suyolu haritaları günümüze ulaşmıştır. 
 
 
 
Bayındırlık
 
Tanzimata gelinceye kadar devletin bir bayındırlık politikası yoktu. Devletin bir 
 
bayındırlık politikasına sahip olması gerektiği Gülhane Hattı Hümâyunu’ndan itibaren 
 
kavranmış, 1856 tarihli Islâhat fermanı ile bu prensibe daha açık bir mana verilmiştir. 
 
Fermanda iç ticaretin geliştirilmesi için kara ve deniz yollarının ıslahına hükümetçe para 
 
tahsis edileceği ve Avrupa bilgi ve sermayesinden faydalanacağı belirtilmiştir
 
 
 
Karayolları 
 
Devletin yol konusu ile meşgul olması ilk defa 1856 Islâhat fermanı ile prensip olarak 
 
kabul edilmiş ve 1869’da bir nizamname oluşturulmuştur. Bu nizamname çerçevesinde yol 
 
inşaatında çalışmak mecburiyeti konmuş ve 16-60 yaş arasındaki erkek nüfusun yol inşaatında 
 
çalışması öngörülmüştür. Ancak yürülüğe geçirilmeden 1875’de bu mecburiyet kaldırılmış, 
 
bir süre sonra da, 1879’da bu mecburiyet yeniden getirilmiş ve bir kaç senede Anadolu ve 
 
Rumeli’de 5000 kilometreye yakın yol inşaa edilmiştir.
 
 
 
 
 
Demiryolları 
 
Osmanlı imparatorluğu’nda demiryolları Kırım Muharebesi’nden sonra inşa edilmeye 
 
başlanmış, ancak bu teşebbüs yabancı şirketlere bırakılmıştır. ilk demiryolları, imparatorluğun 
 
nüfus yoğunluğu fazla, toprakları bereketli ve Avrupa ile teması kolay bölgelerde inşa 
 
edilmeye başlanmıştır. Demiryollarının önemini kavrayan Đngilizler, Hindistan’a gitmek için 
 
en kısa yolun Osmanlı topraklarından geçtiğini farketmişler ve Osmanlı Hükümeti’ne 
 
topraklarında demiryolları yapmayı teklif etmişlerdir. Osmanlılar bu teklifi memnuniyetle 
 
kabul etmişlerdir. Böylece, 1856’da demiryolları döşemeciliği bir ingiliz şirketine verilmiş ve 
 
yaklaşık 450 kilometrelik bir yol hizmete açılmıştır. Bunların içerisinde izmir-Aydın ve 
 
Varna-Rusçuk hatları sayılabilir. II. Abdülmecit devrinde bu uzunluk 515 kilometreye 
 
çıkmıştır. 
 
Lokomotifler de, demiryolları hattının yapımını üstlenmiş olan şirketler tarafından 
 
getirtilmiş, ancak bunların ücreti Osmanlılar tarafından ödenmiştir. Đlk kullanılan lokomotifleringiliz yapımı lokomotiflerdir. Bunlar Stephenson tipi lokomotifler olup, New Castle yapımı, 
 
iki dingilli tek silindirli lokomotiflerdir.36
 
Osmanlıların kendileri bir demiryolu programı oluşturamamışlardır. Birkaç hattın 
 
inşasına girişmişlerse de bunları işletememişler (Hicaz hattı hariç) ve yabancı şirketlere 
 
devretmişlerdir. Osmanlı demiryolları Padişah tarafından imtiyazlar verilmek suretiyle 
 
yabancı sermayenin, bilgi ve tekniğinin bir eseri olmuştur.
 
 
 
Denizyolları 
 
Abdülaziz devrinde demiryollarına verilen önem denizyollarına verilmemiştir. Padişah 
 
büyük bir donanma oluşturma hevesine kapılmış, bir deniz ticaret filosuna sahip olma ihtiyacı 
 
duymamıştır. Osmanlı limanları ile Avrupa ve diğer memleketler arasındaki taşımacılık 
 
yabancı vapur işletmeleriyle mümkün olmuştur. 
 
1896’da bir Alman firmasınca Derince Limanı inşa edilmiş, 1899’da da Haydarpaşa 
 
Limanı inşa edilmek üzere Şimendiferler şirketine verilmiş ve 1904’de ikmal edilmiştir. 
 
Osmanlı devletinde limanlar yabancı şirketler tarafından inşa edilmiş ve işletilmiştir. 1901’de 
 
II. Abdülhamit Galata ve istanbul limanlarını devletçe satın almak istemiş ancak Şeyhülislâm 
 
Cemaleddin Efendi ve Adliye Nazırı Abdurrahman Paşa’nın muhalefetiyle karşılaşmıştır.
 
 
 
Üretim Teknolojisi 
 
 
Tarım 
 
Osmanlılarda tarım teknolojisi, 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar hiç bir değişikliğe 
 
uğramamıştır. Temel üretim araçları tırmık, karabasan, döven gibi araçlardan ve öküz gibi 
 
hayvan gücünden oluşmaktadır. Birim topraktan alınan ürün miktarının yüzyıllar boyunca 
 
teknolojik gelişmeden kaynaklanan hiç bir artış olmamıştır.
 
 
Dokumacılık 
 
Osmanlılarda tarımsal üretimden sonra gelen en büyük üretim kumaş dokumacılığıdır. 
 
Kumaş dokumacılığı 14. ve 15. yüzyıllarda Anadolu’da büyük gelişim göstermiş ancak 16.yüzyılın sonlarında bir gerileme olmuştur. Özellikle Osmanlı pazarına giren Hint 
 
pamuklularının bunda önemli bir rolü olmuştur.40
 
Dokuma sanayi 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren çökmeye başlamış ve II. Mahmud 
 
ve Abdülmecit zamanlarında bu çöküş hızlanmıştır. Abdülaziz devrinde ise imparatorluğun 
 
her yerinde el tezgahları silinmeye başlamıştır.41
 
19. yüzyılın başlarında Osmanlı tekstil sanayi eski gücünü kaybetmiş olmasına rağmen 
 
önemini koruyabilmiştir. 1830’lu yıllarda Halep’de pamuklu dokuyan 300, ipekli dokuyan 200 
 
işyeri ve Bursa’da da 14 ipek fabrikası vardı. 1838’de ise istanbul’da pamuklu, yünlü ve ipekli 
 
kumaş dokuyan 3000 tezgah bulunuyordu. Ne var ki, Avrupa’da Sanayi Devrimi’nden sonra 
 
Osmanlı Devleti teknolojik ilerlemeye uyum sağlayamadı ve Osmanlı tekstil sanayi çökmeye 
 
başladı. Bunun sonucu olarak da, 19. yüzyılın sonlarında istanbul’daki tezgah sayısı 25’e 
 
Bursa’daki ipekli tezgah sayısı da 75’e düştü.
 
 
 
Madencilik 
 
Osmanlılar Agricola’nın De Re Metallica adlı eserinde anlatılan maden teknolojisinden 

 
haberdardırlar. 1580 tarihine doğru, seyyah ve coğrafyacı Mehmed Aşık Trakya’da 

 
Sidrekapısı’ndaki madenlerden birinin gezmiş ve burası hakkında bilgi vermiştir. Bu bilgiye 

 
göre Osmanlılar madencilikte Batı ile aynı teknolojiyi uygulamaktaydılar. Buradaki maden 

 
kuyusu 115-155 metre derinliğe kadar inmekteydi. Bu da Orta Avrupa’daki maden ocaklarının 

 
ortalama derinliğinin yarısı kadardır. Su boşaltma işlemi çarkla dönen kovalarla ve ilave el 

 
pompalarıyla yapılıyordu. Drenaj için ise, toprak sathında yeraltı sularına paralel olarak açılan 

 
hava deliklerine bağlı mekanik olarak çalışan çarklar ile havalandırma sistemi vardı. Bu 

 
madende maden cevherini eritilmesinde ise, genellikle galen ve diğer kurşun sülfür 

 
çeşitlerinin tasfiyesi için maden ocaklarında kullanılan fırınların körüklerini çalıştıran su 
 
çarkları kullanılmaktaydı.

 
Osmanlı madenleri, tanzimata gelinceye kadar hanedana ait ve darphaneye bağlı olarak 

 
idare edilmişlerdir. 1839’da ise tamamen devlet hazinesine devredilmişlerdir.
 
 
 
Bilim Teknolojisi
 
 
Astronomi 
 
Takîyüddîn ve istanbul Gözlemevi’nde Kullanılan Astronomik Aletler

 
Osmanlı Devleti’nde, 16. yüzyılın ortalarına değin imparatorluk içerisinde bir 

 
gözlemevi kurulamadı. Ancak, 16. yüzyılın ikinci yarısında, III. Murat döneminde istanbul’da 

 
Tophane sırtlarında Takîyüddîn tarafından bir gözlemevi kurulması çok önemli bir olaydır. 

 
istanbul Gözlemevi, burada yapılmış olan gözlemler kadar kullanılan aletleri açısından da 

 
önemlidir. Yapılan araştırmalar bu gözlemevinde inşa edilen gözlem araçları ile Tycho 

 
Brahe’nin (1546-1601) Danimarka kralı Frederic II’nin himayesinde Hven’de 1576 yılında 

 
inşasına başlanan gözlemevindeki gözlem araçları arasında tam bir paralelizm olduğunu 

 
göstermektedir.45 Takîyüddîn bu gözlemevinde dokuz önemli gözlem aleti yapmış ve 
 
kullanmıştır: 

 
Zât-ül-halâk (halkalı araç): Gök cisimlerinin enlem ve boylamlarının 

 
bulunmasında kullanılan bu alet yüzyıllarca gözlemevlerinin en belli başlı aleti olmuştur; ilk 

 
tasviri, “üstürlab” adı ile Batlamyus’un (M.S. 150 yılları) Almagest adlı kitabında verilir. 

 
Takîyüddîn’in aleti, çapı 9 1/6 zira’ olan 6 halkadan yapılmıştır. Halkaların çapları 4 metreden 

 
fazladır ve ufuk adı verilen bir kaide üzerine yerleştirilmişlerdir. Halkalı araç ve ufuk altı 

 
sütun üzerine konulmuştur ve bu sütunların uçları da başka bir kaide üzerindedir. Buna benzer 
 
bir kaide, 16. yüzyıl Avrupa’sında kullanılmaktaydı.
 
 
 
Zât-üs-şu’beteyn (cetvelli araç, ): 12. yüzyılın başlarında yaşamış olan Câbir 

 
ibn Eflah Islah el-Mecistî adlı eserinde, Batlamyus’un “Zât-üs-şu’beteyn”ini tasvir ettikten 

 
sonra, kendisinin icadettiği bir aletin tasvirini verir. Daha sonra Câbir’in bu kitabının 

 
Latinceye tercümesi, Avrupa’da yeni bir aletin doğmasına neden olmuştur; “turquetum”.

 
Genellikle Ay’ın paralaksını ölçmeye yarayan bu alete 16. yüzyıla kadar inşa edilmiş çoğu 

 
gözlemevinde rastlanmaktadır. Aletin ilk tasvirini ise Batlamyus yapmaktadır. Takîyüddîn’in 

 
bu aleti Batlamyus’unkinin aynıdır. Yalnız meridyen düzlemine tesbit edilmiş olup, her yönde 

 
yükseklik ölçebilecek tarzdadır. Üç cetvelden oluşur. Biri ufka dikey olup diğeri ise bunun 

 
tepesine bir eksenle bitiştirilmiştir. Üçüncüsü kirişlere bölünmüştür ve birincinin alt kısmına 


 
bir eksenle bağlanmıştır.Zât-üs-Sakbeteyn (iki delikli araç, ): Güneş’in ve Ay’ın çaplarını, Güneş ve Ay 

 
tutulmalarının miktarlarını hesabetmekte kullanılır. Takîyüddîn bu aleti, dakika bölümlerini 

 
gösterebilecek kadar büyük çapta inşa etmiştir.48

 
Duvar kadranı (libne,): Meridyen üzerine inşa edilmiş bir duvarın 

 
yüzeyine tesbit edilmiş bir kadrandır ve yıldızların meridyen geçişlerini gözlemekte kullanılır. 

 
istanbul Gözlemevi’nde bu araç 6 metre çapında olarak inşa edilmiştir. 16. yüzyıla kadar 

 
Avrupa’da bu tip bir duvar kadranına rastlanmamaktadır. Kullanılan kadranlar 

 
Batlamyus’unkine benzeyenler veya taşınabilenlerdir. Böyle bir araç Batı’da ilk defa Tycho 


 
Brahe tarafından kullanılmıştır. Takîyüddîn tarafından kullanılan duvar kadranı 6 metre 

 
çapında pirinç iki kadrandan oluşmuş ve meridyen düzlemi üzerindeki bir duvarın yüzeyine 

 
yerleştirilmiştir. Kaynaklara göre Takîyüddîn bu aracı, Süds-i Fahri ve iki Halka yerine 
 
yapmıştır.


 

                                    Satı Gül-Gamze Tököz

http://bircanakdeniz.blogcu.com/18-yuzyilda-teknoloji/13773549

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol